meyhane
MEYHANELERİN DİLİ OLSA…
İstanbul meyhaneleri, tarihi Bizans Dönemine dayanan, Osmanlı’da bambaşka bir kimlik kazanıp nesiller boyu benzer gelenekleri “dil” ve tanımlar değişse de sürdüren birer kültürel mirastır aslında. Salt içmek ve yemek kültürü üzerinden değil, kendine ait lügatıyla ve iş tanımlarıyla, müşteri türleriyle ve gelenekselleşmiş alışkanlıklarıyla toplumun enteresan bir parçası haline gelmiş olması tesadüf olarak görülemez.
Eski İstanbul kimliğinin tamamlayıcısı meyhaneler, bulundukları semtler, sahiplerinin isimleri hatta daha çok lakapları, mekana özgü bazı farklı dekoratif unsurlarıyla anılırlardı. Bu da her meyhanenin kendine ait bir dil geliştirmesine, bunların da zaman içerisinde bütünleşmesine neden oldu. Eski kültürde meyhanelerin kendi içinde kesin, yazılı olmayan hiyerarşik bir yapısı söz konusuydu. Herkes her meyhaneye gidip, içki içemiyordu. Tam da bu noktada meyhanelerin kendi jargonu oluşmaya başladı. Söz gelimi günümüzde meyhanelerin sürekli, müdavim müşterisi için sık sık kullandığımız “gedikli” tanımı aslında kalantor diye tabir edilen müşteriler varken meyhaneye gidemeyen, onların olmadığı zamanlarda ayakta içip giden ayaktakımı müşteriyi kastediyordu. Tabii bu tanım zamanla, meyhanenin gediklisi olmaya kadar evrilip, müdavimle eş anlamda kullanılır hale geldi. Aynı dönemlerde “koltuk meyhane” isminde, gizli ve kuytuda, klasik meyhane konsepti taşımayan yerlerde kurulan rakı sofralarını imleyen bir tanıma da rastlanıyor pek çok kaynakta. Bunun günümüzdeki hali, bir köşesini çilingir sofraya ayıran balıkçı barınakları, ya da kaldıysa esnaf dükkanları… Yine o dönemlerin içki kültüründen doğan “küfelik olma” tabiri de meyhanenin kendi edebiyatından çıkmadır. Öyle ki rakı sofrasında sarhoş olunmaz kuralını sürekli dillendirsek de her bünyenin aynı olmadığı gerçeğini değiştirmiyor bu kural. Haliyle terimler gerekliliklerden ve neticelerden doğar kabulüyle, küfelik de meyhanede haddinden fazla içen ya da meyi bünyesi taşıyamayan müdavimler için meyhanelerin eski dönemlerde hazır bulundurduğu hamallarca taşınmayı kast ediyordu. Meyhanenin olduğu semti, müşterinin yaşadığı yeri iyi bilen bu taşıyıcılar, küfeye attıkları sarhoş müşteriyi sağ salim evine götürmekten sorumluydu. Gülümsemeyi de yedeğinde tutan oldukça hoş bir gelenekti bu aslında. Eski İstanbul meyhanelerinin zamanında dile pelesenk ettiği en ilginç deyimlerden biri de “yumruk mezesi”ydi. Günümüzde ancak eskilerin iyi bildiği bu tanım ayaklı meyhanelerde hızlıca içen kişinin rakıyı ya da şarabı bir dikişte bitirdikten sonra elinin tersiyle ağzını silmeyi anlatır. Mezeden söz edildiği halde gerçekten mezeyle ilintisi olan bir deyim de “göz mezesi” idi; bu ünlü şair ve yazarların bile ritüellerine dahil olmuş bir alışkanlığın adıydı. Sırf göz zevkine hitap ettiği için, yenmeyecek bile olsa masaya alınan mezeye göz mezesi deniyordu.
Aslında Eski İstanbul Meyhanelerinin pek çok unutulmazı arasında, bu birbirinden ilginç ve her biri güzel hikayeler barındıran tabirler de rakı içmenin, rakı sofrasının ve mey adabının bir parçası. Geleneği gizlice yaşatan dildir. Dile pelesenk alışkanlıklardır. Dilin yaşattığı her şey kalıcılığını bu yüzden sürdürebiliyor. Bu yüzden meyhanelerin bir dili vardır ve günümüzde hala; çoğu kez anlamını bile bilmeden kullandıklarımız arasında usulca yer alır.
A.MARİKA SAĞLAM
Leave a reply